18 Mart 2009 Çarşamba

Artist Actual, 0cak 2009 yaz: Barış Acar _ Varlığı Evinde Aramak: Nur Gürel

Pentürü Aramak - 3 -

20. yüzyılın şaşkınlığa uğratıcı avangart sanatının içinden geçtikten sonra ayırtına varmak ne kadar zor olsa da, dünden bugüne pentür yalnızca “görmek”le ilişkili. Avangartlar dünyayı üç boyutluluğu içinde, hatta onun da ötesinde dördüncü, beşinci bir boyut yaratacak şekilde bir bakışla kavrıyorlar. Enstalasyonların seyirci etkileşimi, performans sanatının o andalığı, video sanatının içerdiği hareket hep bu arayışla anlam kazanıyor. Böylece varlığı gözün dışındaki boyutlarıyla deneyimlemeye çalışıyorlar. Oysa ressamın etkinliğine baktığımızda onun yüzyıllar boyunca yalnızca görünür olanı aradığına şahit oluyoruz. Görünür olanın bilmecesini, gözün nasıl olup da bizim için anlamlı bir dünyayı kurduğunu, nesnelerle beni nasıl bir oyuna soktuğunu ve ne ara içinden varolduğum evreni benimle varolan evren haline dönüştürdüğünü arıyor ressam. Boyayla ve tuvalle giriştiği mücadelenin kökeninde gözden çıkan ve yeniden göze dönecek olan bu dönüşüm anını yakalama çabası var. Bunu belki de en iyi hisseden ve ellerinden geldiğince anlatmaya çalışanlar empresyonistlerdi. Empresyonist ressamlar doğayı tam olarak “gözün gördüğü doğa” olarak yorumlayarak, gözün hep orada olan ama edilgen varlığına gerekli saygıyı gösterdiler. Dış dünyayı görülen, yani gözü de içine bir dünya olarak yeniden kurmaya kalkıştılar. Bu çaba, örneğin Monet’nin resminde daha içkin ve genele yayılmış bir argüman olarak kalırken, Seurat resminin noktacılığında ve kompozisyon örgütlenmesinde çok şiddetli bir biçimde karşımıza çıkmıştır. Görünürlük, kurmaktadır. Dünyayı algılamamızı belirleyen, onu biçimlendiren ana olgu görmektir. Daha sonra Gaugin ve Cezanne’da görme edimi karşı konulmaz biçimde yeni çağın tahtına oturur. Bu nedenle empresyonizm modern sanat alanında çok önemli bir yere sahiptir. Göz, görmenin öznesi olarak varlığın evine konuk olur. Bu konukluk görmenin öznelerarasılığını da beraberinde getirmiştir. Rönesans’ın kimliği müphem öznesi, empresyonistler aracılığıyla bakışa odaklanarak, öznelerarasılığı da hesaba katacak şekilde, yeniden kurulur.

Husserl’in “Bilinç, ancak bir şeyin bilinci olarak vardır”ından yola çıkacak olursak, görme konusunda ressamın da filozofun izinden gittiğini söyleyebiliriz. Ressamın görmesi, örtük ya da açık, şeylerle kurulmuş bir antlaşmadır. Şeyler dünyasının bir alımlanışıyla başlar ve yine bir şey olarak onların arasına geri döner. Yalnızca dış dünya değil, düşler, imgeler ve olanaklı tüm biçimler buna dahildir. Pentür, görmenin dokusuyla; yüzeyle, uzam yanılsamasıyla ve renklerle ¬şeylere dokunmanın aracıdır. Giderek varlığı içine almanın bir yolu olarak karşımıza çıkar resim. Ressam varlığı görme aracılığıyla solumaktadır.

Ölüdoğa ve Varlığa Atılmışlık

Nur Gürel’in resimlerinin bu bağlam içinde önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Teknik bir sıkıntının çözümünü, bir serinin ya da temanın devam ettirilmesini, bir iddianın ispatını aramıyor Nur’un resimleri. Doğrudan varlığın içine bakıyorlar. Varlığın görünürlüğüne bakıyor bu resimler. Örneğin rengi Nur’un resimlerinden çıkarttığınızda geriye bir şey kalmayacaktır. Aynı şey, biçimin yarattığı hareket duygusu için de geçerli. Masa lambasının ışığıyla aydınlanmış nesneler, ışığın rengine bürünmüşlerdir. Fırçalar, boyalar, incelticiler vb.’den oluşmuş bu ölüdoğa, ışığın etkisiyle masanın adeta saydamlaşmış yüzeyinden yansıyarak bize ulaşıyor. Işık sayesinde varolmuş, görünürlük aracılığıyla retinamıza ulaşmış bu eşyalar, az sonra başka görünürlükler üretmek üzere bir araya gelecekler. Ne ki bu bir araya geliş öncesinde hepsi de ketum. Kendi varlıkları görünürlük içinde yitip gidecek az sonra. Yüzeyin bir parçasına dönüşüp kaybolacaklar. Bu yüzden ışığı boyada tekrar etmeden önce, son bir kez varlıklarını yansıtmayı tercih ediyorlar. Aynı metaforu izleyerek; ressamın malzemelere dağılmış varoluşu kadar yalnız ve görülemezler olduklarını da söylemek mümkün.

“Kahvaltı” tablosu Nur’un resimlerindeki varlığın dile gelişini anlamak için kritik önemde. Bütün bu resimler birer ölüdoğa. Renkler ne kadar canlılığı zorlarsa zorlasın, terk edilmişlik duygusunu üzerlerinden atamıyorlar. Kapların içindeki sıvıların durağanlığı masaya saçılmış öteberinin yaşam izi olarak algılanmasını engelliyor. Camın ve metalin yansıttığı ışıklar masa örtüsüne yerleştirilmiş manzara resmiyle bir tezat oluşturuyor. Kültür örüntüleri olan bu nesneler içlerinde barındırdıkları yiyecekleri doğadan kopartıyorlar. Bir zamanlar canlılığı ihtiva eden yiyecekler artık birer eşya kategorisinde. İnsan zihninin nesneleştirici doğası etrafındaki her türlü canlılığı kendi süzgecinden geçirerek yeniden var ediyor. Bu yüzden böyle dilsiz, böyle görünürlükleri içinde yapayalnız duruyor Nur’un resimleri. Ölüdoğa onda varlığa atılmışlığı temsil ediyor. Varlığın varlık olarak yalnızlığını ve anlaşılmazlığını taşıyor. Bu duyguyu en iyi anlatan resimlerinden biri kuşkusuz “Oda” tablosu. Van Gogh’un odasını çağrıştıran bu oda empresyonizmin önemli temsilcisinin olduğunca iyi çözümlüyor görünür olanın varlığını. Onun içindeki yalnızlığı, çaresizliği, atılmışlığı hissedebiliyoruz hemen. Van Gogh’un aralık penceresi burada birbirine açılan kapılar olarak karşımıza çıkıyor. Sarı ve yeşilin uyumunu, insan üretimi dünyayla doğa arasında yarattığı gerilimi taşıyor bu resim. Nesnelerin köşelere sıkıştığı kadrajda varlığa atılmışlık, doğadan kopuş ve görmenin yalnızlaştırıcı doğası gizli. Yer yer eskiz çizgilerinin görünür olduğu duvarlar, çerçeveledikleri koltukları birer insan boşluğu gibi saklıyorlar.

“Bir Yastıkta Kocar Mıyım?” da bu resimlerin yanında ele alınabilir. Kahvaltı tablosunda ve pek çok kent manzarasında olduğu gibi bu resim de kuşbakışı bir perspektifi yeğliyor. İnsanî boşluk burada da iş başında. Yorganın saten dış yüzüyle iç yüzünün dokusunun yarattığı karşıtlık dikkatimizi çekiyor ilkin. Sonra, yatağın yalnızca bir yanında yatılmış olduğu hissini ve diğer taraftaki yastığa sarılıp uyumuşluğun getirdiği yalnızlığı fark ediyoruz. Ressam dokuyu olduğu gibi imgeleri de bu yönde çok şiddetli kullanıyor.

Odadan Kente Doğa-Kültür İkilemi

Kent manzaralarına geçildiğinde de varlık problemi kendini olanca gücüyle duyurmaya devam ediyor. Artık daha güçlü olarak doğa-kültür ikilemine giriyoruz. “Zincirlikuyu”da yolun, trafik çizgilerinin, korkulukların yarattığı sınır çizgileri, asfaltta kolaj olarak kullanılan manzarayla hareket kazanıyorlar. Küçük işletmelerin duvarlarını süsleyen kitch duvar kağıdı, duvarda ulaşamadığı özlemine burada ulaşıyor. En olmadık yerde renkleriyle doğayı öyle güçlü ima ediyor ki, kentin grisi çözülüyor bu ima içinde. “Kadıköy” ya da “Mecidiyeköy” tablolarında özellikle seçilen duraklardaki otobüsler, yarattığımız kültürün donuk doğasını tarif edercesine özensiz, karmakarışık bir istifle önümüzde uzanıyorlar. İnsanın bir maket resmindeymişçesine önemsizleştiği bu resimlerde, yarattığımız görünürlüğün anlaşılmazlığıyla yüz yüze geliyoruz. Kent içinde hiçbir ima taşımıyor. Çok katmanlılık, sembolik değer vb.’nin tümüyle yok edildiği modern kent, ancak donuk sosyolojik analizin istatiksel nesnesi olabilir hale geliyor. Görünürlük gittikçe sessizleşiyor.

Aslında buradaki duyguyu destekleyecek çocuk resimleri de var Nur Gürel’in. Varlık konusunda yaptığı araştırmayı bu tablolarında daha ileri noktalara taşıyacağını düşünüyorum. Yüzlerin belirsizleştiği, fonun önünde birer figür olmaktan öte bir anlamı yokmuşçasına duran ya da bacakların yerine protezlerin yerleştirildiği bu resimlerde, görünür olan akacak yeni bir varlık kipi arıyor kendine. İnsanın bir “şey” olmaktan çıkmak için yeni bir hamle içinde olduğuna tanık oluyoruz. Şeyleşmenin getirdiği insansızlaşmayla yüzleşiyoruz. Sanıyorum ki bu tanıklık bize ressamın şeylerle antlaşmasında yeni bir noktayı da müjdeliyor.

(Artist Actual, 18, Ocak 2009:28-32)

1 yorum:

Barış dedi ki...

Bu resimleri sevdim. Ama watermark olmasaydı keşke...